“Hayatta iki şey korkunçtur, anlaşılmamak ya da yanlış anlaşılmak.” Yıllar önce aklıma kazınan bu sözün doğruluğunun çeşitli ortamlarda kanıtlandığına sizler de tanıklık etmişsinizdir. En kötüsü de bu uğurda sayısız ve sonsuz çaba göstermesi gereken sanki sizmişsiniz gibi davranılır.
Şu da bir gerçektir ki karşınızdaki sizi anlamamayı kafaya koymuşsa bu, boşu boşuna kendinizi yıpratacağınız anlamına gelir. Oysa, iletişim ve insan ilişkilerinin temeli karşılıklılık olmalıdır.
Tarih boyunca nice değerli insan da anlaşılmak ve yanlış anlaşılmamak uğruna çaba göstermiştir; ancak karşılıklılık üzerine bir ilişki yaratılamadığında bu çabaların birçoğu ne yazık ki, sonuçsuz kalmaktadır.
Konunun bir de işine geldiği gibi tarafı vardır. Bence en çok üzerinde düşünülmesi gereken tarafı da budur. Kimi zaman iyi niyetle yapılan eylemler, söylenen sözler bir süre sonra kişiler ya da topluluklar tarafından bambaşka bir yere taşınmış, kaynağındaki o katışıksız durumundan başka bir şeye dönüşmüştür.
Anlaşılmamak ya da yanlış anlaşılmak konusunun bir öznesi olarak gördüğüm Adam Smith’i felsefesi üzerinden değerlendirdiğimde yaşadığımız ortamın eksikliklerini ona yüklemenin, işimize gelenin ya da o katışıksız durumundan kopuşun aracı durumuna getirmenin haksızlık olduğunu düşünüyorum.
Adam Smith, gerçekte bir ahlak filozofuydu (Çoğu insanın bunu bilmediğine tanıklık ettim.) Bunu es geçmek Ahlaki Duygular Kuramını, Ulusların Zenginliği’nden ayrı görmek sanırım en büyük yanlış olmuştur. İşte, size insanoğlunun ayrımcı zihni!
Başlıklar
Adam Smith ve Görünmez El Benzetmesi
Adam Smith, “Görünmez El” kuramını ortaya koyarken yalnızca ekonomik düzene bir temel oluşturmayı mı hedeflemişti? Kendisini bugünkü vahşi kapitalizmin sorumlusu olarak görmek ne kadar yanlışsa, onun düşüncelerini ve tespitlerini yalnızca iktisat bilimi üzerinden değerlendirmek de o kadar yanlış olur. İçinde bulunduğu dönemin koşullarında bireyler ve toplumsal konular üzerinden yaptığı yalın çıkarımlar, gerçekte daha derinlikli bir anlayışı ortaya koymaktadır.
Birinin kişisel çıkarı başkasının çıkarlarıyla örtüşebilir mi? Her zaman değil. Ancak birinin kişisel olarak sağladığı çıkar hiçbir zaman başkasının zararı olmamalıdır. Canımız istiyor diye başkalarını yok sayarak sokak ortasında bağıramayız. Bir malı ya da hizmeti ederinden kat kat fazla fiyata satmayı, arz-talep safsatasına ve oradan da serbest piyasa ekonomisine bağlamanın kavramsal açıklamasını da gülünç buluyorum. Burada kavramlarla açıklanamayacak bir anlayış vardır.
Başkalarının iyiliğinin, mutluluğunun -gerçekten- gözetilmesi, kendi çıkarımızı gözetmemizin önünde bir engel midir? Kendi cebini doldurmak için başkalarını kandırmak, onların çaresizliğini bilerek zorunda bırakmak, bunu sunduğu mal ya da hizmetin bir parçası yapmak, yoz insan davranışıdır. Bu yoz insan, sözde karşılıklı faydayı amaçlayan çalışmaları gerçekte kendi “rahatlığı” için yapmaktadır. Temel sorun ise bunu yapış biçimidir. Bu şekil bir rahatlık, tek taraflıdır ve karşılıklılık ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Kuşkusuz, Görünmez El ile de.

Adam Smith’in Görünmez El’i, kişisel çıkarları başkalarının çıkarlarının üzerinde tutmayı destekleyen bir yaklaşım değildi. Birileri (efendiler) kendi zenginliklerini, rahatlıklarını, doyumsuz isteklerinin sürdürülmesinin karşılığı olarak buna katkı sağlayanlarla (fakirler) paylaşırlar. Tanrı herkesi eşit yaratmamıştır. Ancak bir Görünmez El tarafından sanki eşitlermiş gibi bu paylaşımı yapmaya itilirler. Bu şekilde istemeden ve bilmeden toplumun çıkarına hizmet ederler.
“… Midesinin kapasitesiyle arzularının büyüklüğü arasında muazzam bir fark vardır. Halbuki midesinin alabileceği en fazla şey, fakirlik içindeki bir köylünün yiyebileceği kadardır. Geri kalanı ise bu nimetleri kendisine sunan kişilerin kullanımına sunmak zorundadır.”
Tanrı, böylelikle kimseyi çaresiz bırakmamıştır. Bu açıdan bakıldığında kimse kimseden aşağı seviyede değildir. Rahatlık açısından dünyadaki bütün mevkiler aşağı yukarı aynı seviyededir. Buna karşın insan sürekli ilerleme isteği ve tutkuları olan bir varlıktır. Bu göz önüne alındığında, zenginlik ve onun sunduğu rahatlığın karşı konulamaz cazibesi karşısında bunlara sahip olmayanların imrenişleri, ulaşmak için çektikleri sıkıntı ve harcadıkları çaba ortadadır. Ancak bunun bir yanılgı olduğunu kabul edelim. Yanı sıra Adam Smith, bu zenginlik ve rahatlığa sahip olanların bitmek bilmeyen hep bana hep bana davranışları karşısında çok iyi bildiğimiz bir deyişi kullanıyor: “Gözün doysun.”
1759 yılında ortaya koyduğu düşünceleri, salt Görünmez El ile sınırlı değildi. Sanırım, aynı görünmez elin adalet, bilgelik, erdem, Tarafsız İzleyici gibi insanlık değerlerini de içimize serpiştirdiğini yok saymamış, kişisel ve toplumsal çıkarımlarını ahlak çatısı altında toplamıştır. İnsanlık değerlerinin yitirilmesini, bilimsel gerçekmiş gibi gösterilen günümüzün başkalaşmış kavramlamları üzerinden görmek yerine, bu ahlaki bakış açısıyla görmenin yerinde olduğunu düşünüyorum.
Erdemli İnsan Olmak
Hiç derinlemesine düşündünüz mü? Düşünmek herkesin yapabileceği bir eylemdir. Derinlemesine düşünmeyi; olayların gerçek doğasını görmek, neden-sonuç ilişkisi kurmak ancak bunu felsefe yapmanın, tartışmayı büyütmenin ötesine taşımak olarak tanımlayabiliriz. Kuşkusuz bunu, tek biçim, kalıplaşmış düşüncelerden uzak şekilde özgün zihinle yapmalıyız. Kendimizi, yaşadıklarımızı inceleme ve değerlendirme konusunda eksikliklerimizi görmemiz gerek.
Adam Smith’in ahlak felsefesinin özünde, olmazsa olmaz diyeceğimiz ilke erdemdir. Erdem çatısı altında farklı erdem ögelerini irdelemiş, bunların bireysel ve toplumsal yaşam üzerinde ne derece etkili olduğu konusunda çıkarımlar yapmıştır.
“…Dolayısıyla diğerlerini daha fazla, kendimizi ise daha az düşünmemiz, bencilliğimizi kısıtlamamız, iyicil duygulanımlarımıza izin vermemiz, insan doğasının mükemmeliyetini oluşturmaktadır ve insanoğlunda zarafeti ve adabı oluşturan duyguların ve tutkuların ahengini yaratabilmektedir.”
Smith’e göre, kendimizi sevdiğimiz gibi başkalarını sevmek, başkalarını sevdiğimiz gibi kendimizi sevmemiz ya da başkalarının bizi sevme yetisi, doğanın en büyük öğretilerinden biridir. Günümüzün popüler sloganlarının ise kişiye, kendini -dolayısıyla başkalarını da- sevme yetisinden çok bencil insan yaratmaya çalıştığını görüyoruz. Günümüzde en çok duyduğumuz kendini sev söyleminin bu açıdan ahlak felsefesinin bir parçası olduğunu görmek size şaşırtıcı geldi mi?
Duyarlılık ve irade gücü erdemleri, insanoğlunun alışılmadık tarafındadır. İnsanlık ve onur erdemleri için sıradan bir insanın sahip olduğundan daha fazla duyarlılık ve irade gücü gerekir. Bu açıdan erdem eşine az rastlanır bir şeydir. Samimi erdemler, üstün ve beklenmeyen duyarlılığı içinde barındırırlar. Önemli nokta ise bu derecede bir irade gücünün insan doğasının zapt edilemez tutkularını o muhteşem yüceliğiyle kontrol etmesidir.
18.yy’den günümüze değişmeyen tek şey, insanın zapt edilemez tutkularının varlığı. Değişen ise bu tutkuların şekil değiştirerek daha da zapt edilemez duruma dönüşmesidir. Bu yönüyle 21.yy daha kaygılı, mutsuz, umutsuz insan yaratmaktadır. Bu bakış açısıyla özden erdemli insan olmak, çıkar yol gibi görünmektedir.
Bilge Kişi Olma Erdemi
“Hiçbir şekilde hak etmediklerini bildikleri övgüler karşısında hoşnut olanlar, insanoğlunun yalnızca en aciz ve en sığ kısmıdır. Aciz bir kişi bu övgüler karşısında bazı zamanlar tatmin olabilirken bilge bir kişi, her türlü durumda bu övgüleri reddeder.”
Beğenilme ve övülme isteği, günümüzün popüler davranış biçimi. Davranışlarımızın, paylaştığımız her yazının, fotoğrafın, konuştuğumuz her sözün başkaları tarafından alkışlanmasını bekliyoruz. Topluluklar tarafından onaylanmanın verdiği dayanılmaz haz bize kendimizi iyi hissettiriyor. Eleştiri ise acı veriyor. Onaylanma isteğinin verdiği haz öyle dayanılmaz ki bunun acıdan kaçınma isteği ve anlık bir tatminden başka bir şey olmadığının farkında değiliz. Kuşkusuz bu durum, gösteriş yaparak topluma uygun görünme isteğiyle kusurlarını saklamaya ve hak etmedikleri övgüyü almaya çalışanlar için geçerli.
“Gerçek bir bilge için tek bir bilgenin makul ve ölçülü bir şekilde onu tasvip etmesi on binlerce cahil ancak coşkulu hayranın gürültülü alkışlarından çok daha büyük bir tatmin kaynağıdır.”

Adam Smith’in bu övgü ve beğeni peşinde koşan, insanoğlunun aciz ve sığ kısmı karşısında bilge kişi vardır. Bu bilge kişi, davranışlarının başkaları tarafından övülmeyeceğini bilse de övgüye değer davranışlarda bulunmaktan güçlü bir haz duyar. Hak etmediği bir şekilde onaylanmak, bazı durumlarda onaylanmayı gerçekten hak etse de onun için önemli değildir. Bilge kişi onaylanmayı hak eden bir varlık olmayı önemser.
Gerçekten övgüyü hak ettiği durumlarda övgüyü istemek, bilge kişi için de değerlidir. Ancak bilge insan kimi zaman bunu göz ardı edebilir. Davranışlarının kusursuz uygunluğuna olan inancı tam olduğunda, başkaları tarafından onaylanmasına gerek yoktur. Kendi kendini onaylama duygusu ve inancı yeterlidir. Bundan sevinç duyar. Kendi kendini onaylama duygusuna duyulan sevgi, erdeme duyulan sevgidir.

Günümüzde bilge kişi olmak herkesin isteyebileceği bir özellik midir? Keşke öyle olsa. Bilginin hapa dönüştüğü, düşünmenin fazla ağır geldiği, bitirimliğin yetenek sayıldığı, ilişkiler dahil her şeyin çabucak tüketildiği bu günlerde, bilgeliğin bir erdem olarak ahlak felsefesi içinde yer alması, sizce onu gizemli ya da ulaşılmaz bir özellik olmaktan çıkarır mı?
Tarafsız İzleyici Olarak Vicdanın Gücü
Bir kişi kendi çıkarı ile uyuşan bir işi yapma isteğiyle doluyken, “Bunu yaparsam başkaları zarar görür mü?” sorusunu kendine sorabilme gücüne sahip olabilir mi? Hepimizin içinde böyle bir güç var. Adına vicdan diyoruz. Adam Smith, vicdan için “Tarafsız İzleyici” benzetmesini kullanıyor. Dahası yüce yargıç, ruh gözü.
“Kişinin çıkarları sadece kendi bulunduğu noktadan gözlemlendiği sürece, bizim çıkarlarımızla asla bir uyum içine giremez ve bu onun ne kadar ters düşerse düşsün, bizim çıkarlarımızı yerine getirecek bir şeyi yapmamızı hiçbir zaman engellemez.”
Smith’e göre, kişinin birbiriyle uyuşmayan çıkarlar karşısında ne kendi bulunduğu konumdan ne de karşı tarafın konumundan değil, iki taraftan da bağımsız, iki tarafın da konumundan uzak, tarafsız bir üçüncü kişinin gözleriyle görmelidir. Kişi, deneyimlerle ve alışkanlıklarla bunu rahatlıkla ve farkında olmadan yerine getirebilir. Ancak burada insanın doğasının bencil ve kökensel tutkuları karşısında adalet anlayışının gücüne ihtiyaç vardır.
Dünyanın herhangi bir yerinde ya da yakın çevremizde bir yerlerde bir felaket meydana geldiğinde o kötü durumu yaşayanların acılarını derinden paylaşır, yaşamın bir anda ve kolayca yitebileceği konusunda düşünmeye başlarız. Kuşkusuz, bu felaketten maddi çıkar elde etmeye çalışan çıkarcı kişiler de olacaktır. Bir süre sonra insanlar böyle bir felaket hiç yaşanmamış gibi huzurlu yaşamlarını sürdürürler. Kendi başlarına gelebilecek en küçük bir acı ise, başkalarının yaşadığı felaket karşısında hissettiklerinden daha büyük olur. Hemen, burada kendimize Smith’in sorduğu şu soruyu soralım:
“Bir insan, böyle küçük bir talihsizliğin başına gelmemesi için milyonlarca kardeşinin yaşamını feda eder miydi?”
Başkalarının acılarını bir süre geçtikten sonra unuturken başımıza gelebilecek en küçük acıyı daha derinden hissederiz. Ancak bu hiçbir zaman diğerlerinin acı çekmesini dilediğimiz anlamı taşımaz. İnsanoğlunun bencil ve çıkarcı yanı bir anda nasıl bu kadar edilgin olabilir? Bunun bir nedeni var. İnsanın bu yönünü etkinleştiren insancıllık ya da hayırseverlik değil. Bu sorumuza yine Adam Smith yanıt versin:
“Bizleri dizginleyen şey mantığımız, prensiplerimiz, tavırlarımızın yüce yargıcı ve efendisi olan yüreğimizdeki vicdandır. Başkalarının mutluluğunu etkileyecek şekilde hareket etmek üzereyken en mağrur duygularımızı bile dizginleyebilecek bir sesle, aslında bu çoğunluğun bir parçası olduğumuzu, hiçbir şekilde bu topluluğun başka bir üyesinden daha üstün olmadığımızı, başkalarına karşı bu kadar kayıtsız ve ayıp hareketler yaparak aslında kendimizi hınca, ikraha ve nefrete uygun özneler haline getirdiğimizi belirten işte bu vicdanımızın kendisidir.”
Bu tarafsız izleyicinin, yüce yargıcın gözleriyle kendimize bakabilir miyiz? O bize, bencilliğin hatalarını, adaletsizliğin bizi ne kadar yozlaştırdığını, cömertliğimizin yerindeliğini gösterir. Kendimize en büyük faydayı sağlamak için başkasına vereceğimiz en küçük zararın çirkinliğini bize o anlatır. Birçok durumda bu yüce erdemleri uygulamak zorundayız. Başkalarını çok sevdiğimizden olmasa da kendimize, onurlu, soylu, görkemli şeylere, saygınlığımıza ve niteliklerimizin yüceliğine duyduğumuz sevgi dolayısıyla bunu yapmalıyız.
Sonsöz
Belki de önümüzdeki en büyük engel; sıkıntılar içinde boğulmak, her duygu, nesne ya da kişiye sonsuza kadar kalıcı olacaklarmış gibi büyük değerler yüklemek ve bunlardan kurtulmak için içimizdeki güçlere yeterince kulak vermemek, daha da önemlisi böyle güçlerimiz olduğunu bilmemek, kullanmak istememektir. Para, ün, zenginlik, boş gurur gibi aşırı tutkuları olanlarla bunların zıttını yaşayan ve bunlara özenenlerin onlara ulaşmak için aşırı duygulanımıdır temel sorun.
Birçoğumuz elimizdekilerin değerini yeterince bilmiyoruz. Onun için hep elimizdekileri büyütmeyi hedefliyoruz. Kimi zaman insan, olduğu yerde kalmalı ve sahip olduklarınla yetinebilmelidir. Bunu yapamadığımızda bir sıkıntı ya da olumsuzlukla karşılaştığımızda sahip olmaya çalıştıklarımız gerçekte mutsuzluğumuz olabiliyor. Oysa daha önce ne mutluyduk!
Durumu iyiyken daha iyi bir duruma gelmek için ilaç kullanmış bir kişinin mezarında şöyle yazarmış:
“İyiydim, daha iyi olmak istedim ve buradayım.”
Aşırı tutku ve isteğin insanı getireceği yer konusunda yerinde bir söz.
Tarihe önemli eserlerle ve düşünceleriyle damga vurmuş insanları günümüzde iyi anlamak ve değerlendirmek -kimileri kendi dönemlerinde de anlaşılmamıştır- görünen o ki insanlığın esenliği, rahatlığı ve mutluluğu için ne kadar önemli. Ben de Adam Smith’i çok önemli bulduğum ahlak felsefesi anlayışıyla ele almanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Ahlaki ve insana özgü değerler, kalıcı olmayan yapay değerler uğruna gözden çıkarılamayacak kadar gereklidir ve insanlığın sürmesi için vazgeçilmezdir.
Son söz, son soru olsun: Sizce, insan mı vahşi yoksa kapitalizm mi?
Yorum